ŞEKİLCİLİK, BASKILAR VE 28 ŞUBAT’TAN DERS ALMAK

Adriyatik’ten Çin’e Kadim Medeniyetimiz der dururuz. Kulağa da hoş geliyor. Bu kavram bir açıdan içi dopdolu ancak, başka bir bakış ile hayalcilikten başka bir şey değil! Hayalcilik deyişime kızanları duyar gibiyim. Gelin birlikte değerlendirelim.

Binlerce yıllık tarihi, üç kıtaya hükmetmiş ataların torunları kala kala 783.562 km2’ye hapsolmuş olmalarını umursamaksızın birbirlerini yok etmekle meşguller! Acısı 1000 yıl geçmeyecek olan dondurucu 28 Şubat 1997 Post-Modern Darbesi ve sonrası soğuk zulmü, kendi binlerce evlatlarını yok etmenin unutulmaz yıllarından biriydi. Bu yıllar, aynı zamanda millileşmeye ve gelişmeye başlayan Türkiye’nin durdurulması için küresel hegemonların içerdeki uşaklarını harekete geçirdiği ve her on yılda yapılan darbelerin en iğrençlerinden biriydi! Şükürler olsun ki “bir çiçekle bahar gelmez ancak, her bahar bir çiçekle başlar” diyen mücadelecilerin önderliğinde kısa sürdü.

Gazeteci Yazar Ahmet Hakan, 11 Ocak 2016 tarihinde Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde 22.02.2000 tarihinde bir Prof. Dr.’ un (!)yönetime verdiği bir dilekçeden hareketle özetle şunları yazmaktadır:

Bursa Uludağ Üniversitesinde sınav yapan Araştırma Görevlisi Dr. Ahmet Keşli’yi başörtülü bir öğrenciyi sınava aldığı için üniversiteden attıran anlı şanlı Profesör ünvanlı hoca (!) Süleyman Seyfi Öğün’den bahisle yaptığı zulümlerden örnekler vermektedir. Görevi; şekilcilik, kılık-kıyafet yerine ilim öğretmek ve nesli geleceğe hazırlamak olan bir bilim insanı (!) öğrencisini ve Araştırma Görevlisi olarak görev yapan bir hocayı üniversiteden attırarak hayatını karartmış olmasına rağmen ödüllendirilerek Başbakanlık Başdanışmanı (Ocak 2016) bile yapılmış, bu da yetmemiş bugün dahi baş tacı yapılmaya devam edilmektedir. Ne acı…

Peygamber Ocağı olarak bilinen ordunun, çağa ayak uydurmak amacıyla savunma sanayisini geliştirmek yerine birinci gündemi inançlı asker ve subaylara ayrımcılık yaparak ordudan attırmış, yetmezmiş gibi özel sektörde dahi çalıştırılmaması için baskılar yapmıştı!

Dünya’da bilimsel olarak ilk 500 üniversite içine giremeyen üniversitelerin bilimsel gelişim, araştırma ve geliştirme yerine birinci gündemleri inançlı insanlar ve yasal bir dayanağı olmayan kılık kıyafet şekilciliği ile meslekten uzaklaştırmış ya da ikna odaları ile travmalar yaşatarak istediği şekle girmesini sağlamayı marifet bilmişlerdi!

Milli Eğitim, kara postallılarla ve sivil goygoycuların elbirliğiyle yaptıkları 28 Şubat darbesi sonucu nesli geleceğe donanımlı yetiştirmek yerine psikolojik baskılarla öğretmenlere istihbarat örgütlerini aratmayacak sürek avı ile fişleyip kıskaca aldığı yıllardı. Sadece başörtülü oldukları için şekilci bir anlayışla; Öğretmen Raziye, Medine, Gülten, Mukaddes… Sendikacılık faaliyeti için gittiğimiz köy okulunda bizi “müfettiş” zannedip tuvalete saklanan başörtülü öğretmenin durumunu hatırladıkça derin hüzün kaplar içimi… MEB’in benzer binlerce öğretmeni meslekten atması ya da başını açtırmak için sürgünler veya idari cezalarla cezalandırmaları sonucu ülke mi gelişti? Bu orkestraya kimi ilahiyatçı imam hatip yöneticilerinin de “Ya başınızı açın ya da istifa edin. Sizin yüzünüzden biz ceza almak istemiyoruz. Kocaları maaşlarını alıyor biz de bunlar yüzünden ceza alıyoruz” sözlerine “Sizler, Allah’ın emri ve Anayasal hakları olduğu için mi, hatır için mi öğretmenleri savunuyorsunuz?” sözlerime rağmen cezayı veren din bezirgânlarını unutmak mümkün mü? Diğer taraftan da zulme dur diyebilmek için uzmanlık alanıyla dik durarak bu mazlum öğretmenleri korumak için meslekten atılmayı dahi göze alabilen koca yürekli Dr. Fatih Köroğlu ve Dr. Şerif Ayaz (ömrü bereketli olsun) gibi kahramanlar da gönlümüzde taht kurmuş ve tarihte onurlu mücadele edenler arasında yerini almışlardır. İnsan hakkı ihlali olan bu zulümlere karşı dik durarak eylemlerde yer aldığım için “kınama” cezası ile cezalandırılmam, onur duyduğum hatıralarım arasında yer almaktadır.

Okullarından atılan ya da mesleklerinden ihraç edilen, özellikle kadınların çaresizliklerinden yararlanan iğrençleri yazmayı da hatırlamayı da istemiyorum. Daha neler neler…!

Hepimizin görevi; şekilcilik, görüş farklılıkları ya da dini inançlarla insanları kategorize etmek değil, bilakis ürettiği fikir ve yaptığı işlere göre değerlendirmek olmalıdır. 2005-2009 yılları arasında il müdürü olarak görev yaparken tüm çalışanlara, “Benim görevim; kıyafetlerinize ya da mensup olduğunuz sendikalara müdahale etmek değildir. Hepimiz insanlara ayrımsız hizmetkâr olmakla görevliyiz” şeklinde seslenerek ve uygulayarak binlerce vatandaşımıza devletin şefkat elini ulaştırmayı başarabilmenin mutluluğunu yaşıyoruz.

Kılık-kıyafet, dini inanç ya da mezhepçilik, felsefi ya da siyasi görüş farklılıkları, etnik köken, bölgecilik ya da nepotizm (akraba ya da adam kayırmacılığı) gibi davranışlar birer “mobbing” uygulamalarıdır. Yöneticinin ya da çalışanın ne kadar namaz kıldığı ya da kılmadığı bir ölçü olmamalıdır. Hiç kimse kendisini Allah yerine koyup dini inanç sorgulaması yapmamalıdır. Dondurucu 28 Şubat soğuktu ancak, belli bazı okullardan mezun olmanın yükselme kriteri olması da buz gibi soğuktur! Adalet yerine rövanşist (intikamcı) duygularla hareket edenlerin zalimlik yapmış olacakları da unutulmamalıdır!

Kalkınmak ve gelişmek, insanca ve huzurlu bir şekilde yaşamak istiyorsak kimse kimseyi ötekileştirmemelidir. Bilakis bu zor coğrafyanın birlik ve beraberlik ile yaşaması mümkün olabileceği unutulmamalıdır!

Liyakat, ehliyet, emanet ve adalet ilkelerinin hâkim olduğu, insana yaraşır ve mobbingsiz bir çalışma hayatı dileğiyle.

 

İsmail AKGÜN

MEYAD Genel Başkanı,

Eğitimci-Yazar, Mobbing Bilirkişisi

Scroll to Top